İnsan HaklarıÖzel Günler

İnsan Hakları Kavramını Yeniden Düşünmek

“İnsan, kendisine emanet edilen dünya ve diğerleri karşısında her zaman sorumludur.” -Paul Ricoeur

İnsan hakları üzerine düşünmek, bir metni ya da bildirgeyi hatırlamaktan çok daha geniş bir bağlamda birlikte kurduğumuz dünyanın etik temelini yeniden değerlendirmeyi gerektirir. İnsan onuruna dair kavrayışımız; ilişkilerimizdeki güç dengelerini, toplumsal yapının görünür ve görünmez eşitsizliklerini, çevresel kırılganlıkları ve ortak iyilik anlayışını sorguladığımızda kıymetlidir. Haklar, bireyin soyut bir varlık olarak ele alındığı dar bir sahadan ziyade yaşamın her alanında sosyal politikaların niteliğinden ekolojik sürdürülebilirliğe, kültürel değerlerden psikolojik iyilik hâline kadar uzanan bir bütünlük içinde kendine yer bulur. Bu nedenle insan haklarını konuşmak; insanın dünyadaki yerini, birbirine bağlılığını, kırılganlıklarını ve dayanışmayı mümkün kılan asgari etik sorumluluğu fark etmeye yönelik sürekli bir devinim gerektirir ve bu devinim toplumsal yaşamın her zerresini etkileyebilecek bir farkındalık ve dönüşüm potansiyeli taşır.

Bu noktada, insan olmanın temel ögelerinden biri olarak değerlendirilen “dünya üzerinde yer edinebilme” düşüncesi, insan haklarına dair güncel tartışmaların hâlâ Greenwich’i olarak kabul edilmektedir (Arendt, 2014). Tabii burada bahsettiğimiz yer edinme, sizlere mekânsal bir varoluş alanını anımsatmış olabilir ancak bununla sınırlı kalmıyor; ifade özgürlüğü, adalete erişim, eşit muamele, güvenlik, katılım ve toplumsal saygınlık gibi mefhumların birlikte kullanıldığı bir yaşam hakkını işaret ediyor. Hakların sürdürülebilirliği ise bu mefhumlar arasında kurulan denge ile mümkün oluyor.

Takdir edersiniz ki günümüz dünyasında insan hakları söylemi, geçmişteki tek boyutlu anlayışlardan kurtulmak zorunda. Çevresel bozulma, iklim krizinin yarattığı adaletsizlikler, zorunlu göç hareketleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, dijital mahremiyet, sağlık hizmetlerine erişim, ekonomik uçurumlar ve ayrımcılık pratikleri hakların yapısal düzeyde de savunulması gerektiğini gösteriyor. Yaşamı karşılıklı bağımlılıklar üzerine kurulu bir örüntü olarak tanımlayan yaklaşımlar, insan haklarını ekosistemden ve çevresel sürdürülebilirlikten ayrı düşünmenin mümkün olmadığını hatırlatıyor (Shiva, 2019). Dolayısıyla insan onurunu korumak, yaşamın tüm kontekstlerini birlikte ele almakla mümkün hâle geliyor. Öyle ki insan hakları bugün çok disiplinli bir ruh taşıyor; psikolojiden hukuka, sosyal hizmetten sağlığa, sosyolojiden uluslararası ilişkilere, çevre bilimlerinden etik alanına -ve çok daha fazlasına- kadar geniş bir etkileşim alanına sahip. Evet, hakların korunması; insanların fiziksel bütünlükleriyle doğrudan ilgili bir kavram ancak bununla sınırlı değil; zihinsel, duygusal, sosyal ve çevresel iyilik hâlleriyle de ilgili. Bu nedenle dayanıklılık, kapsayıcılık, sosyal adalet, katılım ve etik sorumluluk gibi kavramlar insan haklarının güncel dilinin vazgeçilmez unsurları. İnsanların yaşamlarını doğrudan etkileyen pratik koşullara odaklanan adalet mantaliteleri, insanların günlük yaşamlarında haklarına ulaşmalarını güçlendirir ve bu hakların hayatla buluşmasına katkı sağlar. Böylece haklar, normlar yığını olmaktan çıkar; bireylerin deneyimlediği gerçeklik içinde, yaşamın akışına örülen ve insan varlığını destekleyen ağlar gibi işlev üstlenir.

Hakların kırılganlığı üzerine düşünürken insanın ilişkisel yapısının normatif ve pratik düzeyde göz ardı edilemeyecek ölçüde belirleyici olduğu ortaya çıkar. İnsan, yaşamı boyunca diğer bireylerle, toplumsal kurumlarla ve çevresel bağlamla sürekli etkileşim içinde konumlanan ilişkisel bir özne olarak ele alınır. Bu bağlamda kırılganlık, zayıflığı ifade eden bir durumdan ziyade bağımlılık ilişkilerini, karşılıklılığı ve dayanışma kapasitesini görünür kılan merkezî bir insani deneyim ve toplumsal olgudur (Butler, 2005). İnsan haklarını “bireye” indirgenmiş özgürlükler bütünü şeklinde ele alan yaklaşımlar, insanın ilişkisel varoluşunu oluşturan toplumsal ve etik bağların belirleyiciliğini geri planda bırakma riski taşır. Oysa özgürlük, ancak başkalarının özgürlük alanlarını güçlendiren bir karşılıklılık etiği içinde işlevsellik kazanır. Benzer biçimde adalet de, bireylerin ve toplulukların birbirini gözettiği, sorumlulukların paylaşıldığı ilişkisel bağlamlarda sürdürülebilir bir nitelik kazanır.

Bugün insan haklarını savunmak; toplumların refahı, psikolojik iyilik hâli, eğitim hakkı, sağlık hizmetlerine erişim, toplumsal katılım ve ekolojik duyarlılık gibi geniş bir yaşam alanını korumaya yönelik kapsamlı bir sorumluluk alanını ifade eder. Bu bağlam, farklı disiplinlerin birbirini desteklediği ve kolektif bir etik dayanak etrafında güçlenen bütüncül bir yaklaşımı gerektirir. İnsan haklarına yönelik ihlaller de tek bir boyutta ortaya çıkmaz; ekonomik eşitsizlikler, toplumsal baskı mekanizmaları, kültürel normlar, politik uygulamalar ve çevresel tehditler çoğu zaman birbirine bağlanarak haklara erişim süreçlerine ket vurur. Bu nedenle bütüncül bir hak anlayışı; tüm canlıları ve ekolojik sistemi dikkate alan bir etik bakış gerektirir.

10 Aralık, insan haklarının ancak adaletin ve insan onurunun toplumsal yaşamda gerçekten karşılık bulmasını sağlayacak koşulların sürekli güçlendirilmesiyle yaşama geçirilebileceğini hatırlatan etik bir eşiğe işaret eder (Çınar, 2021).

Kaynakça

Arendt, H. (2014). Totalitarizmin Kaynakları (İ. Serin, Çev.). İletişim Yayınları.

Butler, J. (2005). Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü (B. Ertür, Çev.). Metis Yayınları.

Shiva, V. (2019). Tohumun Hikâyesi (A. Caner, Çev.). Yeni İnsan Yayınevi.

Çınar, Ö. H. (2021). İnsan Hakları: Tarihsel, Kuramsal ve Uygulamalı Bir Giriş. Siyasal Kitabevi.

Daha Fazla Göster

Benzer Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu