Sık sık ağlayan, bağıran ve tepinen çocuklar hepimiz için tanıdık duyguları açığa çıkartır. Kimimiz çaresiz hissederiz, kimimiz öfkeli, kimimiz mutsuz, kimimiz üzgün. Bu liste uzar gider. Sabit olan bu olayın ve yaşanan duyguların tanıdıklığıdır. Kimimiz kendi çocukluğundan bilir kimimiz çevresinden. Mutlaka bir yerlerde bağıran, ağlayan, tepinen çocuklara denk gelmişizdir. Belki bu durumun öznesiyizdir ve sağlam bir tokat yemişizdir belki de yalnızca oradan geçerken duruma şahitlik etmiş bir yabancıyızdır.
“Biraz uslu ol, herkes bize bakıyor!” cümleleriyle susturulmaya çalışılan çocukların annelerinde oluşturdukları utancı fark etmeleri mümkün değildir elbette. Ebeveyne düşen akan gözyaşlarına, yaşanan öfke nöbetlerine karşı ebeveynin kendi duygularını ve davranışlarını düzenlemesidir. Henüz duygularıyla ilgili çok yeni ve yetersiz olan çocukların istediği kırmızı top alınmadığında olgunluk göstermesini beklemek yetişkinlere yalnızca öfke ve hayal kırıklığı olarak dönecektir. Çocuk için hayat kırmızı toptan ibarettir. Çocukların hedeflediği şeyler ev, araba, iyi bir iş ve statü değildir oldukça parlak ve sert bir kırmızı toptur. Çocuk alt tarafı bir kırmızı top için ağlamıyordur. Hayaline belki hedefine ulaşamamanın, engellenmenin acısına ağlıyordur. En sevdiği kişiden “Hayır.” cevabını almış olmasına ağlıyordur. Hayatta bazı sınırlar olduğuyla, her istediğine ulaşmanın mümkün olmadığıyla, bazı seçimler yapması gerektiğiyle yüzleşiyordur ve bu yüzleşmeye ağlıyordur. Bu göz yaşları kırmızı topa ulaşamamanın değil yaşama ve yaşamın getirdiği sorumluluklara verilen tepkinin yansımasıdır.
Sıklıkla ortak bir soruda takılırız: “Şimdi ne yapmalı, ne yapmalı da şu çocuğu susturmalı?” Bebeklikten itibaren ebeveynler bu sorunun peşinden koşar. Bebek acıkır ve ağlar, bebeğin uykusu gelir ve ağlar, bebeğin ateşi çıkar ve ağlar, bebek ağlamaya ihtiyaç duyar ve ağlar. Akan gözyaşları zaman zaman ebeveynin sabrını da beraberinde götürür. Zaman içinde tek bir amaç oluşur. “Şu bebeği bir susturayım.” Aman ağlamasın der biberonu dayarız, aman ağlamasın der ayakta sallarız, aman ağlamasın der televizyonu açarız. Sonra gün gelir bir üzüntü yapışır kursağımıza aman deriz ağlamayalım ve hemen bir tatlıcıya koşarız. Üzüntümüz büyüyüp baş edilemez hâle gelince aman deriz ağlamayalım ilaçlara sarılırız. Üzüntü tanıdıktır, öfke tanıdıktır belki artık canavarların olmadığını biliriz ama korku duygusu da tanıdıktır. Tanıdık olan bir diğer şey ise bu duygularla karşılaştığımızda yaptıklarımızdır. Belki de vitrinde gördüğü ve pahalı olduğu gerekçesiyle alınmayan o yumuşacık peluş tavşanın, o güzelim kırmızı topun yasını tutma vakti gelmiştir. Belki de duygularıyla ne yapacağını bilemediği için kendini yerlere atan ve öfke nöbetleri geçiren o minik çocuğun boy hizasına inerek söylenecek birkaç cümleniz vardır. Belki de bu cümleler içinizdeki çocuğun da duymak istediği cümlelerdir. “Biliyorum bu senin için çok önemliydi fakat şu an buna ulaşamıyorsun, biliyorum çok üzgünsün/öfkelisin. Ben buradayım. İstersen sana sarılabilirim. İstediğin kadar ağlayabilirsin. Ağladığında, öfkelendiğinde, sevindiğinde her ne duyguyla gelirsen gel seni seviyorum ve seni kabul ediyorum.”
İçinizdeki çocuğun duygularını sormak için hiçbir yaş geç değildir. Üzülmek, sevinmek, şaşırmak, kızmak, öfkelenmek; utanılacak, bastırılacak duygular değildir. İçimize attığımız her şey bir gün dışarı çıkmaya mahkumdur. Her gün sayısız kez aldığımız nefesin sayısız kez vücudumuzu terk etmesi gibi duygular da açığa çıkacakları anı bekler. Hayatta her güzellik mücadeleler sonunda gelir. Şifanız için duygularınızı içinizdeki derinliklerden çıkartma vakti geldi de geçiyor. Duyguların kabul edilmediği yalnızca bastırıldığı evlerde büyüyen çocuklar için duyguları kabul etmek zor ve sancılı olacak. İnanın buna değer. Çocuklukta kabul edilmemiş duygularımızın sorumlusu da suçlusu da değildik ama yetişkinlikte ulaşabileceğimiz şifa biz sorumluluk aldığımızda gelecek. Unutmayın kabul ettiğiniz duygularınız şifa vesilenizdir.